Kartalkaya'da yaşanan büyük otel yangını, sadece bir turizm felaketi olmanın ötesinde, Türk toplumunun ruh haline dair derin izler bırakacak bir trajediye dönüştü. Yangın, insanların hayatını kaybetmesine ve büyük maddi zarara yol açmasına rağmen, olayın hemen ardından ülkenin gündemi birbirini suçlayan siyasetçiler ve kaybolan "toplumsal empati" oldu.
Olayın gerçek sorumluları, adeta siyasi çekişmelerin gölgesinde kayboldu; halkın can güvenliği ve kamu güvenliği meselesi ise geçici bir gündem maddesine dönüşmekle yetindi.
Kartalkaya’daki yangının hemen ardından muhalefet ve iktidar, bu trajediyi kendi çıkarlarına alet etmeye başladı. Her iki taraf da olayın sorumluluğunu birbirine atmakla meşguldü. Bir tarafta "Yangın güvenliği önlemleri neden yeterli değildi?" sorusu gündeme gelirken, diğer tarafta "Bütün bu felaketin sorumlusu, bu bölgedeki yatırım politikaları" gibi söylemlerle karşılaşıldı. Bir yangının ardından yaşanan bu siyasi kavga, ülkenin gerçekten neyi tartışması gerektiğinden uzaklaşıyor.
Toplumun can güvenliğini, kamusal hizmetlerin kalitesini ve insan haklarını savunmak, siyasi ideolojilerin ötesinde bir zorunlulukken, durum ne yazık ki her geçen gün daha çok ayrışma ve kutuplaşma üzerine inşa ediliyor. Bu tür trajedilerin ardından çıkan gürültüde, çözüm önerileri yerine sadece suçlamalar, karşılıklı atışmalar ve daha fazla kutuplaşma var. Oysa kaybedilen hayatlar, maddi zararlardan çok daha fazlasını ifade ediyor.
Toplumsal Duyarsızlık ve Vicdan Kaybı
Bu yangın, aynı zamanda toplumun duyarlılık seviyesini de gözler önüne serdi. Birçok vatandaş, yangının haberini aldığında kısa bir üzüntü yaşadıktan sonra hızla sosyal medyada siyasi paylaşımlara geçiş yaptı. Yangın haberine gösterilen tepkiler, günün sonunda çoğu kişi için bir "tartışma malzemesi" haline geldi. Yangının acısını, geride kalanları düşünmek yerine, sadece siyasi bir koz olarak kullanmak, toplumun vicdanındaki boşluğu net bir şekilde gösteriyor.
Bir toplumun bir felaket karşısında duyarsızlaşması, o toplumun değer yargılarının da zayıfladığının bir işaretidir. İnsanlar, "başkalarının başına gelen felaketlere artık sadece dış gözle bakmaya başladığında", bu tür olayların hep uzakta kalacağına dair yanlış bir düşünceye kapılıyor. Kartalkaya’daki yangın gibi olaylar, "Bir gün ben de bu duruma düşebilirim" sorusunun hatırlatılması gerekirken, daha çok "Bize ne, biz ne yapabiliriz?" noktasına getiriliyor.
Felaketlerin ardından her zaman bir fırsat doğar: Toplum, devlet ve özel sektör ciddi adımlar atarak benzer trajedilerin önüne geçebilir. Ancak eğer bu fırsat, siyasi bir kavga ve kamuoyunu manipüle etme çabalarıyla geçiştirilirse, bu felaketten hiçbir ders alınmaz. Siyaset, toplumun gerçek ihtiyaçlarına odaklanmak yerine birbirini yıpratma üzerine kurulduğunda, kaybeden yalnızca vatandaş olur.
Kartalkaya’daki yangın, Türkiye'nin temel sorunlarının bir yansımasıydı: Güvenlik önlemleri, altyapı yetersizlikleri, yerel yönetimlerin ilgisizliği ve en önemlisi, toplumun bu tür trajedilere karşı gösterdiği duyarsızlık. Bu olay, ülke genelinde sadece birkaç gün süren bir gündem haline geldi ve sonunda "siyasi manipülasyon" sarmalına sıkıştı.
Yangın sonrası yaşananlar, toplumun ve siyasetin bir yansımasıydı: Bir yanda felakete uğrayanların dramını görebilenler, bir yanda ise sadece "Kim suçlu?" sorusunun peşine düşen bir anlayış…
Artık ülkece liyakate hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var. Devlet kademesi ve muhalefet arasındaki kısır döngü haline gelmiş siyasi kavgalar, sokaktaki vatandaşın can güvenliğini doğrudan tehdit etmeye başladı.
En basit yangın önlemlerinin alınmamasının sebebi, otel sahibinin daha fazla para kazanmak için gerekli yatırımları yapmaması. Olay bu kadar net! Artık toplumun da siyasilerin de anlaması gereken tek ve asıl mesele şudur: Para hırsının önüne geçecek devlet mekanizmalarının işlememesi ve "bizdense sıkıntı yok" bakışı artık bizleri öldürüyor!
Basın ve Özgürlük: Tehdit Altındaki Hakikat
Son dönemde Türkiye'de gazetecilere yönelik gözaltılar, tutuklamalar ve medya üzerindeki baskılar gözle görülür bir şekilde artış gösterdi ve basın özgürlüğünün ne kadar ciddi bir tehdit altında olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Medyanın, toplumun sesi olma rolü, demokrasinin sağlıklı işleyişi için ne kadar kritikse, basın üzerindeki baskılar da demokrasinin en temel taşlarından birine yapılan doğrudan bir saldırıdır.
Son haftalarda çeşitli gazetecilerin gözaltına alınması ve hatta tutuklanması, sadece bu kişilerin özgürlüklerini değil, aynı zamanda halkın haber alma hakkını da hedef alıyor. Bu tür eylemler, basın özgürlüğünün ihlali anlamına gelirken, aynı zamanda ülkenin demokratik standartlarının ne kadar gerilediğini de ortaya koyuyor.
Gazetecilik, objektif bir şekilde haber yapma ve doğruyu kamuoyuna aktarma sorumluluğunu taşır. Ancak son yıllarda, özellikle siyasi çizgiler üzerinden gazetecilere yönelik yoğun bir baskı atmosferi oluştu. Yazdıkları yazılar, yaptıkları haberler veya yürüttükleri araştırmalar nedeniyle gazetecilerin gözaltına alınması, sadece o gazeteciyi değil, tüm medyanın özgürlüğünü zedeler. Çünkü özgür bir basın, aynı zamanda özgür bir toplumun temel güvencesidir.
Özellikle son dönemde bazı gazetecilerin "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" gibi oldukça geniş ve belirsiz suçlamalarla gözaltına alınması, basının bağımsızlığını tehdit ederken medya organlarının cesaretini de kırıyor. "Yazdığınız haberler doğru değil" demek yerine, "Sizi tutuklarım" diyerek gazetecilerin susturulmaya çalışılması, basın özgürlüğü açısından son derece tehlikeli bir yoldur.
Medyanın baskı altında tutulması, halkın doğru bilgiye ulaşmasının önüne geçer ve hatta yanlış bilgilerle toplumun şekillendirilmesine yol açar. Ancak gazetecilerin özgürlüğü, bir toplumun en temel haklarından biridir. Eğer bu hak baskı altına alınırsa, sadece gazetecilerin değil, halkın da özgürlükleri darbe alır.
Basın üzerindeki baskılar arttıkça, demokrasinin sağlam temelleri zayıflar. Unutmayın, eğer basın susarsa, halkın bilgiye ulaşma hakkı ve karar verme süreci kısıtlanır ve ülkece susarız!