Bugün 30 Ağustos, milletimizin bağımsızlığa olan inancının zaferle taçlandığı, tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri. Bu öyle bir zafer ki, yalnızca bir askeri başarının ötesinde, bir milletin küllerinden yeniden doğmasının, özgürlüğe ve bağımsızlığa olan sarsılmaz bağlılığının simgesi.
Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliğinde, 1922 yılında Dumlupınar’da taarruza geçen Türk ordusu, yalnızca Yunan ordusunu değil, aynı zamanda Anadolu’yu işgal etmeye niyetli olan tüm emperyalist güçlerin hayallerini de bozguna uğrattı. Ancak bu zafer, yalnızca cephelerde kazanılmadı. Bu zafer, köydeki çiftçinin sabanından, şehirdeki işçinin emeğinden, okuldaki öğrencinin hayallerinden ve kadının fedakarlığından doğdu.
Bir düşünün… Yoksulluk içinde yaşayan, her köyden bir şehit veren bir halk, ayağa kalkıyor ve “Biz varız!” diyor. Ellerinde eski tüfekler, gönüllerinde vatan sevgisi. Karşılarındaki düşman güçlü, silahları modern, destekçileri çok; ama Türk milletinin elinde bir şey var ki hiçbir güç onu yenemez, Özgürlük aşkı.
30 Ağustos, yalnızca bir zaferin tarihi değildir. Aynı zamanda unutmamamız gereken bir dersin de tarihidir. O gün Türk milletinin birlik ve beraberlik içinde neler başarabileceğini gördük. Cephedeki asker, köydeki kadın, şehirdeki çocuk... Herkes bu zaferin bir parçasıydı. Peki, bugün biz bu mirasa ne kadar sahip çıkıyoruz?
Bugün bağımsızlık türkülerimizi ne kadar güçlü söylüyoruz? Eğitimde, bilimde, sanatta, teknolojide ne kadar ilerliyoruz? Çünkü Atatürk’ün de dediği gibi, “Zafer, zafer benimdir diyebilenindir.” Ama asıl zafer, onu koruyabilmekte saklıdır.
30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlarken, bu zaferi borçlu olduğumuz kahramanlarımızı bir kez daha anıyor, onlara minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz. Ama unutmayalım: Onların emanetine gerçekten sahip çıkabilmek için sadece anmak yetmez. Çalışmak, üretmek, ilerlemek gerekir. Çünkü zafer yalnızca geçmişte değil, gelecekte de kazanılır.
Ne mutlu ki bu millet, gerektiğinde yine aynı ruhla ayağa kalkmasını bilir. Çünkü bu milletin damarlarında akan kan, bağımsızlık için atar. Çünkü bu millet, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir liderin izinden yürür.
Kutlu olsun 30 Ağustos… Bu zafer hepimizin!
Anıtkabir’de Sloganlar ve Sessizliğin Anlamı
Yine aynı terbiyesizlik, her sene artık bilinçli ve planlı bir şekilde yapılan bu eylem kabak tadı vermeye başladı.
30 Ağustos Zafer Bayramı, milletimizin bağımsızlık mücadelesinin en büyük sembollerinden biridir. Bu bayram, yalnızca askeri bir zaferin kutlandığı bir gün değil, aynı zamanda ulusal birlik ve beraberliğin, ortak değerlerimizin ve Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolunda ilerleme kararlılığımızın bir ifadesidir. Ancak bu yılki 30 Ağustos törenlerinde Anıtkabir’de yaşananlar, bu kutsal mekânın anlamını ve milletin vicdanındaki yerini bir kez daha sorgulamamıza yol açtı.
Anıtkabir… Sessizliğin, saygının ve ulusal hatıraların mekânı. Orada edilen her söz, atılan her adım, yapılan her hareket, yalnızca bugünü değil, geçmişi ve geleceği de temsil eder. Ancak bu yıl, 30 Ağustos törenleri sırasında Anıtkabir’de "Recep Tayyip Erdoğan" sloganlarının atılması, bu kutsal mekânda olması gereken ciddiyet ve saygıya gölge düşürdü.
Bir lideri desteklemek, onun politikalarını savunmak elbette ki demokratik bir hakkıdır. Ancak mesele, bu hakkın nerede ve nasıl kullanılacağıdır. Anıtkabir, günlük siyasi çekişmelerin, partizan sloganların atıldığı bir yer değildir; olamaz. Çünkü Anıtkabir, yalnızca bir liderin değil, bir ulusun ortak değerlerinin sembolüdür. Mustafa Kemal Atatürk’ün huzurunda, şahsi çıkarları, politik hesapları veya belirli bir lideri öven sloganları dile getirmek, bu mekânın manevi ağırlığını anlamamak demektir.
Anıtkabir’de herhangi bir siyasi lider adına slogan atanlar, aslında Atatürk’ü ve onun bıraktığı değerleri savunan milyonlarca insanın hassasiyetlerini görmezden gelmiş oluyorlar. Bu durum, toplumsal kutuplaşmanın bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Oysa 30 Ağustos, ayrışmanın değil, birleşmenin; siyasi çekişmelerin değil, ulusal birlik ve beraberliğin günü olmalıydı.
Peki her sene standart bir hal alan bu olaylar nasıl oluyor? Bir takım kendini bilmez insanların saraya yaltaklanmak ve kendini göstermek için para yahut teşvikle bu gurupları oraya göndermesi olabilir, ama asıl sorun bu olayların yıllardır tekrarlandığını düşünürsek gerçekten bir karşılık bulması sanırım, yoksa Hükümetin bir tepkisi olsa bırakın bir daha olmasını, deneyen bile olamaz.
Bu tip olaylar toplumda bitmeyen bir kutuplaşma yaratıyor, siyasi olarak bu her iki tarafının başındaki siyasi partiler için avantaj gibi gözükse de ülke açısından son derece tehlikeli, Atatürk’ü ve düşüncelerini gerçekten anlamadan da bu hesaplaşma ve toplumsal kutuplaşma da bitmeyecek gibi.
Anıtkabir’de Askerlerin Üst Araması: Güvenlik mi, Güvensizlik mi?
Bu yıl Anıtkabir’de yaşanan bir olay, Zafer Bayramı’nın ruhunu ve bu kutsal mekânın anlamını gölgeleyen bir tartışmayı beraberinde getirdi, Türk askerlerinin Türk polisi tarafından üstünün aranması.
Düşünelim… Bu milletin bağımsızlığı için canını seve seve feda eden Türk ordusunun temsilcileri, Anıtkabir’e giriş yaparken, polis tarafından üst aramasına tabi tutuluyor. Bu manzara, birçok kişi için hem şaşırtıcı hem de derin bir üzüntü kaynağı oldu. Anıtkabir gibi bir mekânda, Türk ordusunun mensuplarına gösterilen bu muamele, hem asker-polis ilişkileri hem de devletin kendi kurumları arasındaki güven duygusu açısından ciddi sorular doğuruyor.
Elbette ki güvenlik, her şeyden önce gelir. Ancak burada "güvenlik" gerekçesiyle yapılan uygulamanın, aslında bir "güvensizlik" göstergesi olup olmadığını sorgulamak gerekiyor. Kendi askerine güvenmeyen bir devlet, halkına nasıl güven verebilir? Üstelik bu uygulama, Zafer Bayramı gibi Türk ordusunun kahramanlıklarının kutlandığı bir günde yapılıyorsa, bu durumun sembolik anlamı daha da ağırlaşıyor.
Türk ordusu, bu milletin bağımsızlık mücadelesinin temel taşıdır. Bugün Anıtkabir’de özgürce yürüyebiliyorsak, bunu en çok Mehmetçik’e ve onun kahramanlıklarına borçluyuz. Ancak ne yazık ki son yıllarda kurumlar arasındaki uyumun yerini, derinleşen bir güvensizlik almış gibi görünüyor. Ordunun, devletin diğer kurumlarıyla olan ilişkilerindeki bu hassasiyet, Anıtkabir gibi ulusal bir mekânda sergilendiğinde, hem