Futbol denince aklımıza goller, coşkulu taraftarlar, kazanma heyecanı ve kaybetme hüznüdür.
Ancak son günlerde Türk futbolunu sarsan iddialar, bu güzel oyunun karanlık bir yüzünü daha gözler önüne serdi, Şike ve bahis skandalları. Bu sefer topun döndüğü yeşil sahalar değil, karar veren hakemlerin vicdanları sorgulanıyor. Futbol, kuralları ve bu kuralları uygulayan tarafsız hakemleri sayesinde anlamlı bir oyundur. Taraftar, sahada oynanan oyunun adil olduğuna, kazananı ve kaybedeni belirleyenin sadece futbolun doğal akışı olduğuna inanmak ister. Ne zaman ki bu güven sarsıldı. Yaşanan iddialar, sadece birkaç ismin değil, Türk futbolunun tümünün güvenilirliğini tartışmaya açıyor. Taraftar, artık ofsayt kararı için bile “Acaba?” diye sormaya başlarsa bu hiç hoş olmayan olayları tetikleyebilir. İnsan, ahlaki zafiyetleri olan bir varlık, ancak sistemler bu zafiyetlerin önüne geçmek için var. Bu skandal karşısında en önemli soru şu, Türk futbolunun yönetimi, bu tür yolsuzlukları önlemek için yeterli ve etkili mekanizmalara sahip miydi? Hakemlere yönelik denetim mekanizmaları yeterince şeffaf mı? Bu olay, sadece birkaç hakemin değil, futbol yönetiminin de sınavıdır. Sorunun köküne inmeden, sadece birkaç ismi cezalandırmak, benzer skandalların önünü kesmeye yetmeyecektir. Futbol, toplumun aynasıdır. Sahada yaşananlar, toplumun genelindeki ahlaki ve etik değerlerle yakından ilişkilidir. Sportmenlik, fair-play, dürüstlük ve alın teriyle kazanmak gibi değerler sadece futbola özgü değildir, toplumsal hayatımızın da temel taşlarıdır. Bu skandal, futboldaki yozlaşmanın aslında toplumsal bir mesele olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Eğer “rakibin bile kutsaldır” anlayışı yerini “kazanmak her şeydir” anlayışına bırakırsa, işte o zaman sahada da hayatın her alanında da bu yozlaşmanın yansımalarını görmek kaçınılmaz olur. Yaşananlar karşısında hayal kırıklığına uğramak, futbola olan inancı yitirmek çok doğal. Ancak, bu karanlık tabloyu aydınlatacak olan da yine futbolun paydaşlarıdır. Bu süreç;
-Soruşturmanın en hızlı ve en şeffaf şekilde yürütülmesini,
-Suçlu bulunanların en ağır şekilde cezalandırılmasını,
-Futbol yönetimi ve hakemlik sistemi için önleyici, şeffaf ve güçlü denetim mekanizmalarının acilen hayata geçirilmesini zorunlu kılıyor.
Unutmayalım ki, futbolu futbol yapan, sadece kazanan takım değildir. Futbolu futbol yapan, oyunun ruhuna, adalete ve dürüstlüğe olan inançtır. Bu inancı yeniden tesis etmek, sadece futbolun değil, bu topraklarda spor kültürünün de geleceği için bir zorunluluktur. Top, sadece sahadaki oyunculara değil, futbolu temiz tutmakla yükümlü olan herkese aittir.
YERLİ VE MİLLİ?
Bu iki kelime son yıllarda Ak Parti ile dilimize yerleşen bir kalıp halini aldı. Yerli üretimlerimizin ülkemizde üretim yüzdesini anlatmaktan çok, özellikle savunma sanayimizin gücünü gösteren propagandaya dayalı bir söylem halini aldı. 28 Ekim’de ilk Altay tanklarımızın silahlı kuvvetlere teslimiyle yerli ve milli kavgası yeniden hortladı. 5. Nesil savaş uçağı projemiz Kaan içinde aynı söylemler devam ediyor, peki gerçekten tankımız ve uçağımız yerli ve milli mi? Altay tankı ve Kaan savaş uçağı, kamuoyunda haklı bir gurur kaynağı olarak sunuluyor. Ancak bir gazeteci olarak asıl görevimiz, bu coşkunun ardındaki gerçeklere eleştirel bir gözle bakmaktır. Zira demokratik toplumlarda devlet projeleri ancak şeffaf bir denetimle gerçek anlamda “milli” olabilir. İktidarın “yerli ve milli” vurgusu siyasi söylemin merkezine oturmuş durumda. Ancak Altay tankının yıllardır motor sorunuyla boğuşması, Kaan’ın ilk uçuşunda yabancı motor kullanması, bu iddianın pratikte ne kadar karşılık bulduğu sorusunu haklı olarak gündeme getirdi. Kritik sistemlerde dışa bağımlılık devam ederken, bu projeleri “tamamen yerli” diye lanse etmek, kamuoyunu yanıltıcı oluyor. Öncelikle şunu anlamak gerekir: “Millilik” siyah ile beyaz gibi kesin çizgilerle ayrılan statik bir durum değil, bir yolculuktur. Özellikle karmaşık sistemlerde, bir gecede %100 yerli olmak mümkün değildir. Önemli olan, bu yolculuğa çıkmak ve her adımda bağımsızlık yönünde ilerlemektir. Hem Altay hem de Kaan, bu anlamda kritik bir eşiği temsil ediyor. Peki, bu iki projeyi “ne kadar yerli?” sorusuna nasıl cevap vermeliyiz? Cevap, parçalardan ziyade bütüne bakmakta yatıyor.
-Tasarım ve Entegrasyon: Her iki sistemin tasarımı, geliştirilmesi ve sistem entegrasyonu tamamen milli imkanlarla yapılıyor. Bu, en kritik aşamadır. Bir uçağı veya tankı bir arada tutan, onu ölümcül kılan, bu entegre akıldır ve bu akıl artık Türkiye’ye aittir.
-Öğrenme ve Gelişim Süreci: Bu projeler, mühendislerimize paha biçilmez bir deneyim ve özgüven kazandırıyor. Bugün motor için atılan her adım, yarın başka bir projede meyvesini verecek.
- Stratejik Bağımsızlık: Altay ve Kaan’ın en büyük katkısı, Türkiye’ye stratejik hareket kabiliyeti kazandırmasıdır. Artık dış politikadaki kararlarımızı, bir silah sisteminin tedarikine bağlı kalmadan alabiliyoruz.
-Motor sistemleri: Ne yazik ki en zayıf olduğumuz alan burası, her iki projemizde motor konusunda dışa bağımlı, Altay tankımız şu an Güney Kore ile bu sorunu aşmış gibi görünsede ilerisi belirsiz, Kaan için durum daha da vahim. Motor için ABD senatosu onay vermezse şu an için Kaan’ı uçurmak imkansız. Bu bize motor anlamında ne kadar yoğun ve hızlı hareket etmemiz gerektiğinin en canlı kanıtları.
Sonuç olarak şunu rahatça dile getirebiliriz. Savunma sanayimizde doğru bir yola girdik, bu konuda ne hükümet taraftarları gibi her olayı alkışlamalı, nede muhalif kanat gibi sadece yapılanları yerden yere vurmalıyız. Unutmayalım ki gerçek başarı, propaganda ile değil, somut başarılarla ve demokratik denetimle taçlanır.