Sadece Bir Görüşme mi, Yeni Bir Dönemin İlanı mı?

25 Eylül 2025’te Beyaz Saray’da gerçekleşen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ABD Başkanı Donald Trump görüşmesi, Ankara’nın medya ajandasına “Tarihi Başarı” olarak not düşülse de, tarafsız bir gözle bakıldığında, verilen pozlar kadar, ce vaplanamayan kritik sorularla dolu bir zirveydi. 138 dakikalık samimi havaya rağmen, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda somut bir ilerleme kaydedildi mi, yoksa tüm bunlar bir kez daha kişisel diplomasi maskesi altında yapısal sorunların üzerini örtmekten mi ibaret kaldı? Başkan Trump’ın, mevkidaşı Erdoğan’a yönelik abartılı övgüleri “çok saygın biri”, “Suriye’deki başarıdan sorumlu” kimilerine göre diploma tik bir nezaket, kimilerine göre ise ilişkideki asimetrik bağımlılığın açık bir göstergesiydi. İki lider arasındaki kişisel uyumun, yıllardır süregelen S-400 krizi, F-35 programından dışlanma, savunma sanayii yaptırımları ve YPG/PKK desteği gibi en yakıcı sorunları ne kadar çöze bileceği, en büyük soru işaretidir. Görüşme sonrası yapılan açık lamalarda, yaptırımların “yakında” kalkabileceği ya da F-35 kapısının aralık kaldığı sinyalleri verildi. Ancak bu sözler, Trump’ın her zamanki gibi şartlı ve muğlak ifadelerinden ibaretti. Türk tarafının “bizim için bir şeyler ya parsa” beklentisi, Ankara’nın ABD’nin jeopolitik ajandasına ne kadar entegre olmak zorunda kalacağının itirafıdır. Yaptırımların kaldırılması, Kongre’nin değil, tamamen Trump’ın inisiyatifine bırakılmış bir “ödül” gibi sunuluyor. Bu, güçlü bir müttefik ilişkisi değil, daha çok “kişisel pazarlık” usulüyle ilerleyen, kurumsal olmayan, kırılgan bir ilişki modelidir. Görüşmenin zamanlaması ve Gazze’deki ateşkes çabaları bağlamın da Türkiye’nin masadaki ağırlığının artması kuşkusuz diplomatik bir manevradır. Ankara, Ortadoğu’daki krizin çözümündeki aktif rolünü, ABD ile ilişkilerini onarmak için önemli bir kaldıraç olarak kullanmaktadır. Ancak bu bölgesel önem, iç siyasette özgürlükler ve demokrasi alanında atı lan geri adımları ve Batı’dan yükselen eleştirileri ne kadar bastırabilir? Washington’ın, Türkiye’nin bölgesel liderliğini onaylaması, maalesef Türkiye’deki hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve ifade özgürlüğü gibi temel demokratik değerler konusundaki endişeleri arka plana ittiği izlenimini vermekte. Türkiye-ABD ilişkileri, demokratik normlardan tamamen arındırılmış, salt çıkar ve güvenlik eksenine sıkıştırılmış durumdadır. Bu durum, Türkiye’nin uzun vadeli Batı ittifakı kimliği açısından derin bir çelişki ve zafiyet yaratmaktadır. Sonuç olarak, Beyaz Saray’dan yansıyan gülümsemeler ve övgüler, liderler nezdinde bir “kişisel başarı” öyküsü yaratmış olabilir. Ancak, bu görüşme, ne F-35’ler için kesin bir geri dönüş tarihi verdi, ne S-400’ler için kalıcı bir çözüm sundu, ne de yaptırımların kaldırılmasına dair Kongre nezdinde bir taahhüt sağladı. Bu görüşme, bir kez daha gösterdi ki, Türk dış politikası, kalıcı kurumsal çözümler yerine, tek bir lidere ve onun kişisel ilişkilerine mahkûm kalmıştır. Diplomatik manevralar ne kadar başarılı olursa olsun, eğer ilişki bir lidere bağlı kalıyorsa, ABD’deki bir sonraki yönetim değişikliğinde tüm kazanımlar tehlikeye girebilir. Türkiye’nin ihtiyacı olan, geçici ve şartlı jestler değil; hukuka, karşılıklı saygıya ve kurumsal işleyişe dayalı, istikrarlı ve şeffaf bir müttefiklik ilişkisidir. Verilen pozlar, ne yazık ki, halkın beklediği ekonomik rahatlama, demokratikleşme ve ulusal güvenlik endişelerinin kalıcı çözümü gibi konularda bir ilerleme sinyali vermemiştir. Türkiye, ABD ile ilişkisini maskeler ve muğlak vaatler üzerinden yürütmeye devam ederken, içerideki yapısal sorunlar derinleşmeyi sürdürmektedir. Soğuk Savaş” ve “Sıcak Tartışmalar”: Kim Konuşabilir, Kim Konuşamaz? Bir sosyal medya eğlence programı düşünün, adı “Soğuk Savaş”. Soğuk şakaların yapıldığı bir Youtube programı. Bu programda yapılan bir şakanın sonucu olarak, programın sunucusu Boğaç Soydemir ve konuğu Enes Akgündüz tutuklandı. Boğaç Soydemirin yaptığı şaka “içki tüm kötülüklerin anasıdır” hadisi üzerine olunca olanlar oldu. Sonrasında Soydemir bu cümlenin hadis olduğunu bilmediği belirterek özür diledi ve malum videoyu kaldırdı ama sonuç değişmedi. İşin ilginç kısmı da konuk olan Enes Akgündüz sadece espriye güldüğü için tutuklanan ilk insan olarak tarihe geçmesi oldu.. Bu olay en sıcak tartışmalarından birini yeniden alevlendirdi: İfade öz gürlüğü ve halkı kin ve nefrete tahrik suçu arasındaki ince çizgi. Bu tutuklama sonucu kamuoyu ikiye böldü. Bir kesim, “bu suçu işlemeyen kalmadı” diyerek, kararın ifade özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olduğunu savundu. Diğer kesim ise, programdaki söylemlerin “ayrıştırıcı ve tehlikeli” olduğunu, toplumun fay hatlarını kaşıdığını ileri sürerek kararı destekledi. HANGI IFADE ÖZGÜRLÜĞÜ? Anayasamız ve uluslararası sözleş meler, ifade özgürlüğünü en temel haklardan biri olarak güvence altına alır. Düşünceyi özgürce ifade etmek, eleştirmek, hatta rahatsız edici fikirleri dile getirmek, demokratik bir toplumun olmazsa olmazıdır. Ancak bu özgürlük, sınırsız değildir. Bir başkasının hak ve özgürlüklerini ihlal ettiğinde, kamu düzenini ve güvenliğini tehdit ettiğinde bu özgürlüğün sınırları çizilir. İşte “halkı kin ve nefrete tahrik” suçu da bu noktada devreye girer. Fakat sorun şu ki, bu suçlamanın sınırları maalesef çok net değil. “Kin ve nefret” gibi soyut kavramlar, farklı yorumlara açıktır. Bir kişi için sert bir eleştiri olan bir söylem, bir başkası için “nefret söylemi” olarak algılanabilir. Hatta siyasi iktidar, kendisine muhalif olan sesleri susturmak için bu suçu bir araç olarak kullanabilir. Bu durum, hukuki belirsizliği beraberinde getirir ve adalet duygusunu zedeler. Tartışma, bizi daha temel bir soruya götürüyor: Kim, neyi, nasıl söyleyebilir? Siyasiler, gazeteciler, sanatçılar ve hatta sıradan vatandaşlar, farklı platformlarda fikirlerini dile getiriyor. Ancak bu fikirler, ne zaman suç teşkil ediyor? Bir tarihçi, bir tarihi olayı farklı bir bakış açısıyla yorumladığında, bir siyasetçi sert bir eleştiri getirdiğinde veya bir karikatürist iktidarı hicvettiğinde ne olur? Eğer bu ifadeler, “ötekileştirme” veya “ayrıştırma” olarak yorumlanırsa, toplumun her kesimi potansiyel bir suçlu haline gelebilir. Bu durum, oto-sansürü de beraberinde getirir. İnsanlar, fikirlerini ifade etmekten korkar, sessiz kalmayı tercih eder. Bu da, farklı seslerin duyulmadığı, tek tip düşüncenin hakim olduğu, kısır bir toplum yaratır. Unutmayalım ki, demokrasinin gücü, farklı fikirlerin çatışmasından ve tartışmasından doğar. TOPLUMUN SINAVI Soğuk Savaş” programı vesilesiyle patlak veren bu kriz, aslında bir kez daha bizim demokrasi sınavımızdır. İfade özgürlüğünü korurken, nefret söylemiyle mücadele etme dengesini nasıl kuracağız? Bu, sadece yasalarla çözülecek bir sorun değildir. Aynı za manda toplum olarak da bir olgunluk sınavıdır. Unutmamak gerekir ki, bir toplum da en büyük kin ve nefret, haksızlığa uğrama duygusuyla başlar. Eğer insanlar, adaletin çift taraflı işlediğine, hukukun üstünlüğüne ve herkesin fikirlerini korkusuzca dile getirebile ceğine inanırsa, o zaman gerçek bir toplumsal barıştan söz edebiliriz. Aksi takdirde, “kin ve nefret” suçlamala rı, sadece siyasi hesaplaşmaların bir aracı olarak kalır ve toplumu daha da kutuplaştırır. Bu olayın, ifade özgürlüğünün sınırlarının yeniden, net ve adil bir şekilde çizilmesine vesile olmasını umuyorum.