Aslında beyaz yakalı üst düzey finans profesyoneli olan Emre Ergel, Göktürklü bir yazar. Pandemi günlerindeki kapanmalarda kırk beş günde yazdığı ilk öykü kitabı SAYGON’DA KIZARMIŞ KURBAĞA’da yer alan “YİYADER” adlı öyküsüyle aynı yıl Fakir Baykurt Öykü Yarışması birincisi oldu. 2022 yılında yayınladığı, birbirinin içinden geçerek ilerleyen yirmi iki öyküden oluşan SERENDİPİTİ adlı kurmaca kitabının ardından, uzun bir çalışmanın sonunda ANTRAKTTA ALASKA FRİGO adlı sinema kitabını yayınladı. Sinema tarihinden seçtiği 100 filmin derin okumasını yaptığı kitabında, disiplinlerarası analiz yöntemini edebiyatla harmanlayan Ergel’le sinema, edebiyat ve kitapları üzerine konuştuk.
İki öykü kitabından sonra sinema üzerine yazmak nereden aklınıza geldi?
Projeye aslında 2015 yılında başlamıştım. İki üç sayfalık kısa bir parkurda hem filmi özetlemenin, hem sinema tarihi içindeki yerini vurgulamanın hem de okurun adeta bir kısa öykü okuyormuşçasına ilgisini ayakta tutmanın çok zor olduğunu fark ederek rafa kaldırmıştım. Her kitabın bir demlenme süresi var. Sonunda o geldi ve “vakit tamamdır” dedi. Bir buçuk yıllık yoğun bir çalışmanın sonunda çıktı ortaya ANTRAKTTA ALASKA FRİGO.
Kitabınızın adı ve kapağı çok ilgi uyandırıyor, nereden esinlendiniz?
Sunuş bölümünde yazdığım gibi, çocukken izlenen filmlerin büyüsü, etkisi çok daha başka oluyor. Antrakt denilen film aralarında yediğimiz dondurmalardan esinlendim. Ön ve arka kapak fotoğraflarında sevdiğim filmlerin unutulmaz kareleri yer alıyor. Sırasıyla Memento, 400 Darbe ve arka kapakta Köprü Üstü Aşıkları.
Kitabınızda yer alan filmleri nasıl seçtiniz?
Oldukça öznel bir seçim oldu haliyle. Sinema tarihinin izlenmezse olmazlarının yanında, kenarda köşede kalmış bazı saklı cevherleri aldım. İlk listem 500 filmden oluşuyordu. Büyük uğraş sonunda zar zor 100’e indirebildim. İstemeden dışarıda bırakmak zorunda olduğum filmler oldu tabii. 1990’lı yıllarda yapılan filmler kitabın üçte birini oluşturuyor. Geriye dönüp baktığımda, gençliğimi geçirdiğim 1990’ların sinema açısından bir zirve olduğunu fark etmek ayrı bir mutluluk. Bugün artık Seven, Memento, Shawshank Redemption, Forrest Gump gibi filmler çekilemiyor.
Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Almanların yoğun ve karışık duyguları tek, uzun bir kelimeye indirgeme alışkanlıklarıyla açıklarsak, Zeitgeist denilen zamanın ruhu kavramına bağlıyorum. Sanatsal üretimin kalitesi sosyo-ekonomik koşullara bağlı. 1990’lar ve bir noktaya kadar 2000’ler, II. Dünya Savaşı’nın sonundan başlayan yükseliş döneminin sonunu temsil ediyor. Örneğin yakında büyük yapım denilen filmler kalmayacak çünkü her şey yapay zekayla yapılacak. Bu da konvansiyonel anlamdaki film ölçeğinin yakında tarih olacağını gösteriyor.
Bazı filmlere getirdiğiniz yorumlar çok çarpıcı ve şiirsel. Bunu nasıl başardınız?
Film izlemenin, şiir okumaktan farkı yok bana göre. Çok etkilendiğimiz bir şiiri veya oyunu nasıl kendi cümlelerimizle paylaşma gereksinimi duyuyorsak, bu filmler için de geçerli.
İzleyicinin sinema bilgisi, görgüsü arttıkça tür sinemasından çıkarak yönetmen sinemasına yöneldiğini söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. Sanat dalları içinde bir tek sinema, arkasındaki mimardan çok konusuyla değer bulur hale gelmiş zamanla. Örneğin biz Kürk Mantolu Madonna’yı değil, Sabahattin Ali’yi okuruz. Yeraltından Notlar’ı değil, onu Dostoyevski yazdığı için merak ederiz. Maalesef bu durum sinemada göz ardı ediliyor. Funny Games’i ise ürkütücü olduğu için izler ortalama seyirci. Filme ait değerlendirmesi, filmden aldığı duygusal tatminle orantılıdır. Flip flop devresi gibi ya sever ya sevmez. Bu filmi yapan yönetmenin Michael Haneke olduğunu, yönetmenin diğer filmlerinde de benzer temalara kafayı taktığını öğrenmeye başlayarak tüm filmografisini izlediğinde artık yönetmen, yani auteur sinemasına giriş yapıyor demektir. Fransız yönetmen Jacques Tati’nin dediği gibi, gerçek filmin etkisi film bittikten sonra başlar.
En sevdiğiniz yönetmenler kimler peki?
Fransız Yeni Dalga yönetmenlerini çok severim. François Truffaut, Eric Rohmer, Jacques Rivette, Agnes Varda, Alain Resnais, stillerini en beğendiğim yönetmenlerdir. Sinema bir daha hiç bu kadar görsellik ve şiir yüklü olamadı maalesef. Fransız sineması, hâlâ belli bir seviyenin üstünde filmler üretebilen tek ülke sineması bence. Konu ve sonuç odaklı sinemadan çok, unutulmaz kareler yaratan filmleri ve yönetmenleri tercih ederim. Andrei Tarkovsky, Ingmar Bergman, Alfred Hitchcock, Martin Scorsese, Stanley Kubrick, David Lynch gibi ustaların yanında daha genç kuşaktan Leos Carax, Coen Kardeşler gibi nevi şahsına münhasır tarzı olan yönetmenlerim de var. Kitabımda az sayıda örnekleri var ancak İran, Kore ve Latin Amerika sinemalarını da çok severim.
Türk filmlerini içeren bir devam kitabı yazmayı düşünüyor musunuz?
Çok isterim, ancak bizim filmlerimize ulaşmak yabancılara ulaşmak kadar kolay değil. Çoğunu bulamayacağımı bildiğim için bu düşünce tatlı bir fantezi olarak kalacak gibi görünüyor.
Siz aslında ödüllü bir edebiyat yazarısınız. Yazar olmak sinema kitabı yazarken işinizi kolaylaştırdı mı yoksa tam tersi mi oldu?
Her ikisi de diyebiliriz. O bahsettiğiniz şiirsellik, bir yazar olmamdan geliyor ama diğer yandan duygusuz bir tanıtım yazısını çarpıcı bir kısa öykü hâline getirmeye çalışmanın işimi çok zorlaştırdığını kabul etmeliyim.
Sırada ne var peki?
Uzunca bir süredir bir roman taslağı üzerindeyim. Ana çatı, alt olay örgüleri ve kahramanları netleşti. Neredeyse 1,5 yıldır kahramanlarımla yaşıyorum kafamda. Artık kağıda dökülme zamanı geldi. 2025 yılında hem spritüel hem de aksiyon yönü kuvvetli bu romanı tamamlamayı planlıyorum. Sonra üçüncü öykü ve anılarımı içeren bir kitap var hedefte. Şiir ve senaryo projelerim de var ancak bu son ikisini biraz zamana bıraktım.
Bu yıl 97.si düzenlenen Oscar Ödülleri’nde En İyi Film ödülünü Anora adlı film aldı. Sizce doğru adrese mi gitti?
Açıkçası oldukça şaşırdım, ama negatif anlamda. Cevher (Substance), Şişli Kız, Brutalist gibi sert dokulu, ağırbaşlı filmler varken ödülün uçucu bir ilk gençlik (teenager) filmine gitmesi, dünyanın hafifleyen, gayrıciddileşen yüzünün sinemadaki izdüşümü oldu benim için. Eskiden Oscar’a ulaşması için bir yönetmenin uzun ve başarılı bir kariyer çizgisinin olması beklenirdi. Anora’nın yönetmeni Sean Baker’in Florida Project adlı filmi, sistem karşıtı duruşuyla ses getirmişti. Ama Anora, Oscar için çok cılız bir yapım.
Göktürk’te yaşıyor olmanızın yazarlığınıza olumlu katkısı oldu mu?
Göktürk, görece izole; şehrin hayhuyundan uzak. Yazarken ihtiyaç duyduğum dinginliği, sessizliği sağlıyor. Her ne kadar son yıllarda hızla büyüyor, kalabalıklaşıyor olsa da İstanbul’da yaşamak isteyeceğim tek semt.